Rebi b. Haysem :
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlimlerden. İsmî, Rebî’ bin Heysem bin Âiz bin Abdullah bin
Mevhib bin Munkız
es-Sevrî’dir. “Ebû Yezîd” künyesi ile meşhûr olmuştur. Kûfeli olduğu için,
“el-Kûfî”
denilmektedir. Doğum
târihi, kaynaklarda bildirilmemektedir. Emevi halifelerinden Yezîd bin
Muâviye’nin
halifeliği sırasında vefât
etmiştir. Vefât târihinin 68 (m. 687) senesi olduğu zikredilmektedir. Mısırda
“Câmi’ul-âtika” mescidinde
imamlık yapardı.
Hadîs ilminde yüksek bir
âlimdir. Mürsel olarak Resûlullah’dan (s.a.v.) hadîs rivâyet etmiştir.
Eshâb-ı kirâm’ın bir çoğu
ile görüşmüş, onlardan ilim alıp hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur.
Abdullah
İbni Mes’ûd, Ebû Eyyûb
el-Ensârî, Amr bin Meymûn el-Evdî, Abdurrahman bin Ebî Leylâ ve birçok
Eshâb-ı kirâm’dan rivâyeti
vardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmîzî,
Nesâî, İbni Mâce’de
bulunmaktadır.
Kendisinden de oğlu
Abdullah, Münzir es-Sevrî, eş-Şa’bî, Hilâl bin Yesâf, İbrâhîm Nehaî, Bekir bin
Mâ’ız ve daha pek çok âlim
hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur.
Onun hadîs ilmindeki
üstünlüğünü ve sika (güvenilir, sağlam) bir râvi olduğunu birçok âlim haber
vermiştir. Bunlardan Amr
bin Mürre diyor ki: “Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîf sahihtir, doğrudur. Ebî
Vaîl’e denildi ki: “Rebî’
ile aranızda ne fark vardır?” O da: “Ben, ondan yaş bakımından büyüğüm. O da,
benden akıl ve ilim
bakımından büyüktür,” dedi. İshâk bin Mansur, “Onun bir benzerini bilmiyorum”
dedi.
İbn-i Hıbbân, “es-Sikât”
ında: “Onun zühd ve ibâdetindeki haberler pek meşhûrdur” demektedir.
İmâm-ı Ahmed, şöyle
bildirdi: “Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.), Rebî’ için diyor ki; Allah’a yemin
ederim
ki, şayet seni (Rebî’yi)
Resûlullah (s.a.v.) görseydi, elbette çok severdi.”
İmâm-ı Şa’bî; “Rebî’, İbn-i
Mes’ûd’dan (r.a.) ilim alıp hadîs rivâyet edenlerin vera’sı en çok olandır”
diyor.
Zühd ve vera’sını öven
haberler çoktur. Senelerce yatsının abdesti ile sabah namazı kılmıştır.
Yatsı namazından sonra
konuşmazdı. Yirmi sene dünyâ kelâmı konuşmamıştır. Yanında kağıt kalem
bulundurup, gündüzleri
konuştuklarını yazar, akşam olunca muhasebesini yapardı, içerisinde dünyâ
kelâmı olup olmadığını
araştırırdı.
Rebî’ bin Heysem (r.a.),
kimseye bedduâ etmezdi. O, herşeyi Rabbi’nden bilir, O’ndan gelen
herşeye sabır eder,
tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmibin dirhem değerindeki
atının
çalındığını gördü. Fakat ne
namazı bozdu ve ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş yazık
oldu atına!” diye kendisini
teselli ediyorlardı. O ise, “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm”
dedi.
Onların “O halde niçin
mâni’ olmadınız?” demeleri üzerine, “Atımdan daha sevimli olan bir şey ile,
yani namaz kılmakla
meşguldüm. Onu kaçıramazdım, onun için” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye
başlayınca, Rebî’ onlara
dedi ki: “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediyye ettim. Sadakam olsun”
dedi.
Rebî’ bin Heysem (r.a.)
gözünü harâmlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları
onu kör zannetmişlerdir.
Yirmi sene Abdullah İbn-i Mes’ûd ile beraber bulundu. Hatta İbn-i Mes’ûd’un
cariyesi onu görünce “A’mâ
dostun geliyor” derdi. İbn-i Mes’ûd da onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu
içeri almak için kapıyı
açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes’ûd ona
bakınca: Hac sûresinin
34.ncü “Tevazu ile yalvaranları müjdele!” âyetini okuyup “Vallahi Peygamber
efendimiz seni görseydi
sevinirdi.” buyurdu.
Birgün İbn-i Mes’ûd ile
demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerin üfürülüp ateşlerin alevlendiğini
görünce, Cehennem ateşini
hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes’ûd (r.a.), namaz vaktine kadar başı
ucunda beklediyse de,
ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam 24 saat baygın
kaldı. Bu sebepten beş
vakit namazını kılamadı. Başından ayrılmayan İbn-i Mes’ûd, (r.a.) “İşte
Allah’tan
böyle korkulur” demiştir.
Kimseyle münakaşa etmez,
kimseye kötü söylemezdi. Birgün kendisine biri kötü sözler söyleyince
Ona, “Söylediklerini Allahü
teâlâ duyuyor. Şayet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennete girersem,
senin sözlerinin bana
zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden
de kötü bir insanım”
buyurdu.
Rebî’ bin Heysem, evinden
dışarı çıkmazdı. Kapısının önünde biraz oturur, hava alır ve etrafa bakınırdı.
Yine bir gün kapının önünde
otururken, atılan bir taş alnına gelip alnını kanatmıştı. O, bir taraftan
kanı silerken, bir taraftan
da kendi kendine: “Ey Rebî’! Bu taş sana ders olsun. Bir daha kapıya çıkma!”
deyip içeriye girdi ve
ölünceye kadar bir daha dışarı çıkmadı.
Rebî bin Heysem’e “Nasıl
sabahladın?” diye sorulduğunda, “Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde
sabahladık. Rızkımızı yiyor
ve ecelimizi bekliyoruz” derdi.
Rebî bin Heysem Allahü
teâlâ’nın verdiği nimetlerin şükrünü ifâ edebilmek ve ömür sermayesini
kullanarak âhiret için
dünyâdan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp
ona
kavuşmaya çalışırdı. Hatta
evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü’minûn süresi 99.ncu
“Ey Rabbim! beni dünyâya
gönder de, iyi amelde bulunayım.” âyetini okur, sonra kalkar ve kendi
kendine “Ey Rebî! İstediğin
reddedilip geri dönemiyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganimet bilerek
Rabbine ibâdet eyle” derdi.
Hikmetli sözleri çoktur.
Kalblere tesir eden sözlerinden bazıları şunlardır:
“Bir âlim, nasıl olur da
ilmine riya karıştırabilir? Çünkü o bilir ki, Allah’ın rızası olmaksızın elde
edilen
ilim, başından bozuktur. O
halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
Bir bayram günü kurbanını
kestiği zaman, “Ey Allahım, senin rızânı kazanmanın, kendi nefsimi
kurban etmekte olduğunu
bilsem, izzet ve celâlin hakkı için söylüyorum ki, onu kurban ederdim!”
“İnsan ölüm zamanından önce
nasıl yasarsa, ruhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya
karşı çok ihtiraslı ve insanları
çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını
yaşıyordu. Yanında
otururken, onun duyup okuması için “la ilâhe illallah” kelime-i tevhidini
okuyordum.
O ise, her defasında para
saymakla meşgul oluyordu.”
“Bazan kendi kendine şöyle derdi: “Ey Rebî!
Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça
parça dağılarak kıyâmet
koptuğu zaman, senin halin nice olur?”
“Dünyada bir kimsenin
hüznü, müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü’min, hayatta
lâzım olacak nafakasını
kazanmak hususunda, dünyâ ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlara katlanmaktadır.
Bir de onun, dünyâ ehlinden
fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır.”
Bir arkadaşına yazdığı bir
mektubunda şöyle diyordu: “Ey kardeşim! Kendine nasîhat eden yine
kendin olsun. Bir noksanın
olduğu zaman, kardeşlerinin seni uyarmalarını bekleme! Bu güzel haslet,
artık kendisine veda edilen
bir şey oldu. Vesselam.” “Bir kimsenin, dininde sağlam bir bilgisi olmadan,
müslümanlardan uzakta
kalması hiç doğru değildir. Dinî bilgileri öğren sonra uzlet et!”
“İnsanın beklediklerinde,
ölümden daha hayırlısı yoktur.”
“Bir mezarlığa uğrayıp da,
oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine
ve hem de kabirdekilere
ihânet etmiş sayılır.”
“Bütün namazlarımda
okuduğumdan başka bir şey düşünmem!”
“Kişi, (Estağfirullah ve
etûbü ileyh = Allah’tan mağfiret diler ve O’na tevbe ederim) demesin! Çünkü
sonra böyle yapmazsa
yalancı olur. Ancak (Allahümmağfir lî ve tüb aleyye = Allahım beni mağfiret et
ve
günahlarımı bağışla!)
desin!”
“İnsanlar iki sınıftır: Bir
kısmı mü’mindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da câhildir. Onu hiç karşına
alma!”
Kaynaklar:
-------------------
1) Tezkiret-ül-huffâz,
cild-1, sh-57
2) Tehzib-üt-tehzîb cild-3,
sh-242
3) Tabakât-ül-Kübrâ,
cild-1, sh-28
4) Eshâb-ı Kirâm, sh-85,
387
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-1058